25 Mayıs 2012 Cuma
İSTİRİDYE
Zorluklardan gelen başarı
Okyanusun dibinde yatan bir istiridye, su üzerinden akıp geçsin diye kabuğunu açmış. Su içinden geçerken, solungaçları yiyecekleri toplayıp midesine gönderiyormuş. Aniden, yakındaki bir balık, bir kuyruk darbesiyle kum ve çamur fırtınası yaratmış. İstiridye de kumdan nefret edermiş, kabuğunun içine bir kum tanesi kaçsa son derece rahatsız olurmuş. İstiridye derhal kabuğunu kapatmış; sert ve pürüzlü bir kum taneciği içeri girip, iç derisi ile kabuğu arasına yerleşmiş.
Aman Allah’ım, şu kum tanesi istiridyeyi ne de çok rahatsız ediyormuş. Ama, kabuğunun içini kaplaması için kendine verilmiş olan salgı hücresini derhal çalıştırarak, minik kum tanesinin üstünü kaplamaya başlamış; ta ki, nefis, parlak ve düzgün bir örtü oluşuna kadar...
İstiridye yıllar yılı minik kum taneciğinin üstüne katlar eklemeğe devam etmiş ve sonunda müthiş, güzel, parlak ve son derece değerli bir inci oluşmuş...
Bazen karşılaştığımız problemler bu kum taneciğine benzer, bizi rahatsız ederler ve niye bizi bu derece eziyet çektirip asabileştirdiklerine şaşarız; fakat azmin getirdiği cesaret ve kuvvetle, sorunlarımızın ve zayıflıklarımızın üstesinden geliriz. Daha alçakgönüllü, dualarımızda daha ısrarlı, çevremizdekilere daha yakın, daha akıllı ve sorunlarımıza karşı daha dayanıklı hale geliriz. Gizli bir gücün yardımı ile birden yaşamınızdaki pürüzlü kum tanecikleri, size kuvvet ve güç veren değerli incilere dönüşür ve birçoğumuza ümit ve ilham kaynağı oluştururlar...

Alıntı
Okyanusun dibinde yatan bir istiridye, su üzerinden akıp geçsin diye kabuğunu açmış. Su içinden geçerken, solungaçları yiyecekleri toplayıp midesine gönderiyormuş. Aniden, yakındaki bir balık, bir kuyruk darbesiyle kum ve çamur fırtınası yaratmış. İstiridye de kumdan nefret edermiş, kabuğunun içine bir kum tanesi kaçsa son derece rahatsız olurmuş. İstiridye derhal kabuğunu kapatmış; sert ve pürüzlü bir kum taneciği içeri girip, iç derisi ile kabuğu arasına yerleşmiş.
Aman Allah’ım, şu kum tanesi istiridyeyi ne de çok rahatsız ediyormuş. Ama, kabuğunun içini kaplaması için kendine verilmiş olan salgı hücresini derhal çalıştırarak, minik kum tanesinin üstünü kaplamaya başlamış; ta ki, nefis, parlak ve düzgün bir örtü oluşuna kadar...
İstiridye yıllar yılı minik kum taneciğinin üstüne katlar eklemeğe devam etmiş ve sonunda müthiş, güzel, parlak ve son derece değerli bir inci oluşmuş...
Bazen karşılaştığımız problemler bu kum taneciğine benzer, bizi rahatsız ederler ve niye bizi bu derece eziyet çektirip asabileştirdiklerine şaşarız; fakat azmin getirdiği cesaret ve kuvvetle, sorunlarımızın ve zayıflıklarımızın üstesinden geliriz. Daha alçakgönüllü, dualarımızda daha ısrarlı, çevremizdekilere daha yakın, daha akıllı ve sorunlarımıza karşı daha dayanıklı hale geliriz. Gizli bir gücün yardımı ile birden yaşamınızdaki pürüzlü kum tanecikleri, size kuvvet ve güç veren değerli incilere dönüşür ve birçoğumuza ümit ve ilham kaynağı oluştururlar...
Alıntı
24 Mayıs 2012 Perşembe
BİR ANNENİN İNCELİĞİ
Beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar...
Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı...
Tatlılar un kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti...
Oğlu, yeni gelini ve aile dostu, kadıncağıza durumu fark ettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da, yemek sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi...
Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift, annelerinin ellerini öperek evlerine gittiler...
Aile dostları, yaşlı kadına, “Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum...
Bana söyler misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın, ya da bir sorunun var” dedi...
Yaşlı kadın gülümseyerek cevap verdi:
—Hayır, hiçbir şeyim yok... Kasten yaptım... Bu yemekten sonra oğlum asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kırmayacak!...
Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı...
Tatlılar un kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti...
Oğlu, yeni gelini ve aile dostu, kadıncağıza durumu fark ettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da, yemek sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi...
Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift, annelerinin ellerini öperek evlerine gittiler...
Aile dostları, yaşlı kadına, “Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum...
Bana söyler misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın, ya da bir sorunun var” dedi...
Yaşlı kadın gülümseyerek cevap verdi:
—Hayır, hiçbir şeyim yok... Kasten yaptım... Bu yemekten sonra oğlum asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kırmayacak!...
23 Mayıs 2012 Çarşamba
GÜZEL GÖZLÜM
Bu güzelliği kursumun orda gördüm sokak kedisi çok güzel gözleri var bir gözü yeşil bir gözü mavi bol tüylü, irice, çok akıllı,çok güzel insanlara çok alışkın çağırınca hemen geliyor çok tatlı...
MUTLULUK
İnsanoğlu mutluluğu hor kullanıyormuş.Hep şikayetçi, hep
bıkkınmış. Bir gün melekler,mutluluğu saklamaya karar
bıkkınmış. Bir gün melekler,mutluluğu saklamaya karar
vermişler;"Saklayalım da zor bulunsun, belki o zaman
kıymetini bilirler." Peki, nereye saklayalım ? Everest'in
tepesine mi, Atlas Okyanusu'nun dibine mi ?Dondurma
külahına mı, şarap şişesine mi? Ya da Taçmahal'in kubbesi,
Mutluluğu saklamak için.Pek çok şer düşünmüşler ama
hiçbiri yeterince zor gelmemiş...Meleklerden biri "Kendi
içlerine saklayalım"demiş.Kimsenin aklına gelmez içine
bakmak, içinde aramak." İşte o gün bugündür mutluluk
herkesin içinde saklıymış.Herkes mutluluğu ve mutsuzluğu
biraz da kendi yaratır. Sahip olduklarımıza şükretmeyi
bilelim...
Alıntı
22 Mayıs 2012 Salı
HURMA AĞACI
Harun Reşit, Bağdat’ın bahçeleri gezerken,ihtiyar bir adamın
hurma fidanı diktiğini görünce, yanına yanaşıp sorar.
hurma fidanı diktiğini görünce, yanına yanaşıp sorar.
-Kolay gelsin ihtiyar... Bu dikdiğin ağacın meyvasını kaç yılda
alacaksın? Yaşlı adam:
-Sanırım Kırk yıl sonra der. Bu cevaba Harun reşit şaşırır...
-Kırkyıl sonra mı? Sen bayağı yaşlısın, meyvesini
yiyemeyeceğin bir ağacı niye dikiyorsun o zaman? diye sorar...
İhtiyar gülümser...
-Meyvesini yediğimiz ağaçları, birileri bizim için dikmişlerdi.
Bende bu ağacı kendim için değil, benden sonra gelecekler
için dikiyorum der...Bu cevap Harun Reşid’in çok hoşuna
gitmiştir. Ona bir kese altın uzatır. Adam verilen keseyi
alır ve eliyle sakalını sıvazlayıp, Allah’a şükür eder.. Harun
reşit “Ne diye şükrediyorsun diye sorar. Yaşlı adam,
reşit “Ne diye şükrediyorsun diye sorar. Yaşlı adam,
-Herkes diktiği ağacın meyvesini kırk yıl sonra alırken, ben
diktiğim ağacın meyvesini şimdi aldım ondan der Bu cevap da
Harun reşidin çok hoşuna gider ve İhtiyara bir kese altın
daha verir.İhtiyar bir kez daha Allah’a Şükür ettikten sonra
Harun Reşit’in sormasına fırsat vermeden...
Harun Reşit’in sormasına fırsat vermeden...
Bu defaki şükredişimin sebebi de şudur efendim der."
Başkaları ağaçlarının ürününü yılda bir kere alırken,gördünüz
mü? Ben ikinci kez aldım" der...
Başkaları ağaçlarının ürününü yılda bir kere alırken,gördünüz
mü? Ben ikinci kez aldım" der...
21 Mayıs 2012 Pazartesi
GELİN VE KAYNANA
Gelin kaynanasından artık illallah ettiği bir gün soluğu yaşlı
bitki şifacısının kapısında buldu.Yetti artık dayanamayacağım
deyip, ondankaynanasını öbür dünyaya gönderecek bir
zehir istedi.Şifacı “Tamam” dedi... Sana bu zehri vereceğim
ancak,anlaşılmaması için her gün çok az yemeklerine
katacaksın. Bu arada aranı çok düzgün tutacaksın.
Gülümsemeyi ve iyi davranmayı da sakın ihmal etme.Kızgın
gelin doğruca eve koşmuş ve ilk günden denileni yapmaya
başlamış. Aradan bir süre geçtikten sonra, soluğu yine
şifacının yanında almış...
“Aman” demiş. Ne olur, bana verdiğiniz zehrin panzehirini
verin. Kaynanam çok değişti ve inanılmaz iyi bir insan oldu.
Onu artık çok seviyorum ve ölmesine izin veremem.Şifacı
sormuş:
-Peki ne yaptın da kaynanan böyle değişti.Genç gelin şaşkın.
-Dediğiniz gibi her gün zehri yemeklerine kattım ve
anlaşılmasın diye saygılı, güler yüzlü davrandım.Bunun
üzerine şifacı kızım demiş.Ben zaten sana zehir diye tuz
verdim.Panzehire falan gerek yok üzülme.Kaynananla aranı
değiştiren senin davranışlarının değişmesidir.demiş ve
değiştiren senin davranışlarının değişmesidir.demiş ve
eklemiş.O bir parça tuz, şimdiye kadar çoook insanın arasını
düzeltti çok şükür....
Alıntı
20 Mayıs 2012 Pazar
AĞLAMAK VE GÜLMEK
Bir ikilidir ağlamak ve gülmek. Ağlamak, sanılanın aksine çaresizlik, zayıflık, güçsüzlük demek değildir bence.
Gariptir belki…Ne zaman ağlayan birini görsem içim acısa da yine de sevinirim. Çünkü bilirim ki ağlayan kişinin kalbi henüz nasır tutmamıştır. Katılaşmamıştır yüreği. Kalp ağlamazsa gözyaşı da akmaz denir ya. İşte onun gibi. Sevindiğimizde atılan kahkahalar kadar, üzüldüğümüz zamanlarda dökülen gözyaşları da bir o kadar değerlidir.Bir düşünürün dediği gibi "Gözyaşı, çekilen sıkıntıyı ve bunun beraberinde gelen hakikati değiştirmez belki ama kalbi katılaşmaktan kurtarır. Gerçeklerin betona çarpıp geri dönmesine engel olur."
Bu nedenle de ağlamak güzeldir. Üzülmeyi becerebilen bir insan, sevinmeyi de becerebilir. Ağlayabilen bir insan gülmenin kıymetini daha iyi anlayabilir. Ağlatanlardan değil ağlayanlardan olmanın ayrıcalığını hissedebilir.
Ağlamak sanılanın aksine çaresizlik, zayıflık, güçsüzlük demek değildir. Canımız yandığında öfke ve intikam duygularıyla kalbimizi nasırlaştıracağımıza, gözyaşlarımızla yapılan temizlik, kalbin doğru ateşi bularak yumuşamasına vesile olur.
Ağlayan birisine yapılacak en büyük destek, bana göre, samimi bir dokunuş ya da uzatılan bir mendildir. Bunlar bin türlü sözden çok daha kıymetlidir.
Ağlayabilmek insan olmanın gereklerinden biridir. Her şeye rağmen, özellikle insanın kendisine rağmen ağlayabilmesi takdire şayan bir erdemdir.
Ağlamakla gülmek, olmazsa olmaz bir ikilidir. Tıpkı evrende olan diğer zıtlıklar gibi...
Gariptir belki…Ne zaman ağlayan birini görsem içim acısa da yine de sevinirim. Çünkü bilirim ki ağlayan kişinin kalbi henüz nasır tutmamıştır. Katılaşmamıştır yüreği. Kalp ağlamazsa gözyaşı da akmaz denir ya. İşte onun gibi. Sevindiğimizde atılan kahkahalar kadar, üzüldüğümüz zamanlarda dökülen gözyaşları da bir o kadar değerlidir.Bir düşünürün dediği gibi "Gözyaşı, çekilen sıkıntıyı ve bunun beraberinde gelen hakikati değiştirmez belki ama kalbi katılaşmaktan kurtarır. Gerçeklerin betona çarpıp geri dönmesine engel olur."
Bu nedenle de ağlamak güzeldir. Üzülmeyi becerebilen bir insan, sevinmeyi de becerebilir. Ağlayabilen bir insan gülmenin kıymetini daha iyi anlayabilir. Ağlatanlardan değil ağlayanlardan olmanın ayrıcalığını hissedebilir.
Ağlamak sanılanın aksine çaresizlik, zayıflık, güçsüzlük demek değildir. Canımız yandığında öfke ve intikam duygularıyla kalbimizi nasırlaştıracağımıza, gözyaşlarımızla yapılan temizlik, kalbin doğru ateşi bularak yumuşamasına vesile olur.
Ağlayan birisine yapılacak en büyük destek, bana göre, samimi bir dokunuş ya da uzatılan bir mendildir. Bunlar bin türlü sözden çok daha kıymetlidir.
Ağlayabilmek insan olmanın gereklerinden biridir. Her şeye rağmen, özellikle insanın kendisine rağmen ağlayabilmesi takdire şayan bir erdemdir.
Ağlamakla gülmek, olmazsa olmaz bir ikilidir. Tıpkı evrende olan diğer zıtlıklar gibi...
Alıntı
18 Mayıs 2012 Cuma
ÇAY SAATİ
17 Mayıs 2012 Perşembe
ANNENİN GÖŞYAŞLARI
Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.
Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-Ya gelmezse, ya izin alamadıysa. ” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.
Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı. . Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu; ” Bu telaşın niye?” diye. Ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.
Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de. . ” İçinde sıkıntı artmaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh. . yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”
Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse. . ” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı. , ekranına baktı, arayan oğluydu.
Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?
Açtı telefonu;
-Alo. .
-Alo, nasılsın anneciğim?
-Sağol yavrum, sen nasılsın?
-İyiyim anneciğim.
-Ne yapıyorsun, işler nasıl?
-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.
-Öyle mi yavrucuğum.
Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;
-İzin aldın mı yavrum?
-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.
-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?
-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.
-Sen sen. . bunun için izin almadın mı?
-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.
Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.
-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?
-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.
-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.
-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?
-Dışardaydı yavrum. Hah. . kapı çalıyor, sanırım baban geldi.
-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım.
-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.
Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.
Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-Ya gelmezse, ya izin alamadıysa. ” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.
Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı. . Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu; ” Bu telaşın niye?” diye. Ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.
Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de. . ” İçinde sıkıntı artmaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh. . yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”
Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse. . ” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı. , ekranına baktı, arayan oğluydu.
Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?
Açtı telefonu;
-Alo. .
-Alo, nasılsın anneciğim?
-Sağol yavrum, sen nasılsın?
-İyiyim anneciğim.
-Ne yapıyorsun, işler nasıl?
-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.
-Öyle mi yavrucuğum.
Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;
-İzin aldın mı yavrum?
-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.
-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?
-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.
-Sen sen. . bunun için izin almadın mı?
-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.
Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.
-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?
-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.
-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.
-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?
-Dışardaydı yavrum. Hah. . kapı çalıyor, sanırım baban geldi.
-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım.
-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.
Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.
Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bugün A..y adında bir melek geldi dünyaya... Bebeğim küçüğüm d oğum günün kutlu olsun OĞLUM ... Yolun, bahtın açık olsun...
-
Allahümme Salli Âlâ Seyyidina Muhammed, Allahümme Salli Âlâ Seyyidina Muhammed, Allahümme Salli Âlâ Seyyidina Muhammed, Eyy yerlerin gök...